30 Ocak günü İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Politikaları ve Yönetimi Merkezi ile, British Council işbirliğinde “Sanat Yönetiminde Yeni Arayışlar: Sanat Konseyi Modeli” konferansı gerçekleştirildi. Konferansın benim anladığım amacı şuydu: TÜSAK yasa tasarısı ile konuşulmaya başlanan sanat konseyi modelini tartışmak ve örnek alındığı söylenen İngiliz Sanat Konseyi’ne “Neymiş bu?” diye bir bakış atmak; Türkiye’deki kültür politikalarının durumunu ortaya koyarken, daha iyi nasıl olur üzerine önerilerde bulunmak,böyle bir yasa hazırlanıyorsa ve sanatçılar buna görüş bildiremiyor, dışında bırakılıyorsa, onlara “Haydi, hodri meydan! Gelin ve sesinizi çıkarın,” demekti.
Basında çeşitli şekillerde yansımaları görülmüş olan bu etkinlikle ilgili, yaklaşık altı saat boyunca olanlara şahit olmuş biri olarak benim de söyleyeceklerim var. Bu yazının konusu;o güne dair gözlemlerim ve bunun bende yarattığı kaygılar…
Konferans, programda belirtildiği gibi açılış konuşmaları ile başladı. Tam o sırada bir protesto gerçekleştirildi ve pankartlar açıldı. Gayet olağan bir şey. Sanatçılar, seslerini duyurmak, hükümetin sanata bakışını, yine hükümetten kişilere ait sözleri yüksek sesle kalabalığa aktararak eleştirilerini dile getirmek istiyorlardı. O sırada salonda yaşanan bir kaygı da şuydu ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı temsilen orada bulunan ve TÜSAK yasa tasarısının mimarlarından olan Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşar Vekili Nihat Gül’ün konuşmasını yaptıktan sonra hemen oradan ayrılması ve sanatçıların karşılarında sorun ve önerilerini anlatacak bir muhattap bulamayacak olmasıydı. Ne zamanki müsteşar yardımcısının etkinliğin sonuna kadar orada olacağı garantisini vermesiyle ortalık bir nebze sakinleşti.
Sonra ne mi oldu? Akademisyenler ve kültür politikaları ile ilgili çalışmaları olan Türkiyeli ve İngiltereli profesyonellerin yaptığı bilgilendirici sunumlar sabırla dinlendi, onlara Türkiye örneği için zihin açıcı ve yönlendirici sorular geldi katılımcılardan. Oturumların ardından, sanatçıların görüşlerini bildirmesi için ayrılan yaklaşık iki saat boyunca söz alanlar, sanat kurumlarının varolan problemlerini anlattı ve olması gereken üzerine rasyonel önerilerde bulundu. Müsteşar vekilinin ise bu sırada herbir görüşü dikkatle dinlediği ve yoğun bir şekilde notlar aldığı görüldü. Evet, sonunda sanatçıların taleplerini ve şikayetlerini ifade etmelerinin mümkün olduğu bir buluşma gerçekleşmiş ve sonrakilerin yolu bir daha kapanmamacasına açılmıştı. TÜSAK’la ilgili kaygılarını, çözüm önerilerini sundukları bir platform yaratılmış ve muhattapları da tam karşılarına oturtulmuştu. Herkes mutlu, herkes sakin, diyalog kurmaktan memnun ve cümleleler amacı on ikiden vuran kalitedeydiler ki kendimizden geçtik, duygularımız şahlandıkça şahlandı.
Hey! Sizi kandırdım, ne yazık ki böyle olmadı. Tamam bu kadar iyimser şeyler uydurmama gerek yok ama bir de asıl hikâyeye bakalım: Daha konferasın başında, “Siz kim oluyorsunuz da böyle bir etkinlik yapıyorsunuz?”, “Sen kimsin de çıkıp bu konulardan bahsediyorsun?” ile özetlenebilecek tepkiler geldi bazı katılımcılardan ve iki oturum boyunca bu tavır devam etti. Hatta daha da ileri gidip kimi konuşmacıların doğrudan sözü kesildi. Bu tavrın anlamı ne yazık ki şuydu:
1. Neden bizim derdimizi dert edindiniz de böyle bir etkinlik yapıyorsunuz? Bıraksaydınız, hiç bulaşmasaydınız da biz kendi kendimize söylenmeye ve hiçbir yere varamamaya devam etseydik. Bu da şu argümanlarla destekleniyordu: “TÜSAK’ı meşrulaştırıyorsunuz bu şekilde.” “Biz bir taslak bilmiyoruz, hani yoktu?” (Tamam, haklısınız ama artık alenen var deniyor ve aynı sitemi defalarca tekrarlayarak bir konferansın bütünü heba edilir mi?)
2. Bilgi mi aktarıyorsunuz? Bunlar safsata! Benim yeni bir bilgiye ihtiyacım yok. Ne farklı konsey modelleri, ne sizin işe yaramaz akademik araştırmalarınız, ne de yapmış olduğunuz onca inceleme üzerine ortaya koyduğunuz öneriler umrumda benim!
Maddelendirdiğim ifadeler elbette gözlemim sonucu bende kalanlar. Ortaya çıkan tablo ne yazık ki böyleydi. TÜSAK’ın bu etkinlikle meşrulaştırıldığını düşünmenin kolaya kaçmak ve ortada olanı görmezden gelmek olduğunu düşünüyorum. Üstelik orada sunum yapan, fikirlerini paylaşan, öneride bulunan hiç kimse söylediklerinin değişmez kurallar olduğunu iddia etmiyorken… Hükümeti yok sayarak nasıl ki onun varlığını ortadan kaldırmış olmuyorsak, üzerine çalışılan ve bir gece ansızın güllerin içinden bize doğru gelebilme tehlikesi olan bir yasayı görmezden gelerek de onu geçersiz kılmıyoruz. Gözlerimizi kapatalım ve “Allahım nolur geçsin bunlar, nolur geçsin!” diye dua edelim o zaman hep beraber. Haydi!
İşe yaramadı değil mi? O zaman o yok saymayı tercih ettiğin şeyi karşına al ve sonuna kadar eleştir. Asla bunun gerçekleşme ihtimalini bile duymak istemiyorsan sağlam argümanlarınla ve önerilerinle gel. Ancak ne yaptın? Sadece bulunduğun ortamdan, organizasyonun kendisinden, hükümetten şikayet edip durdun, klişe sözlerle bildik ve artık gına getirmiş olan cümleler kurarak muhalefet yaptığını zannetin. Elindeki araç o gün o konferanstı öyle değil mi? O gün elde o vardı ve yapılması gereken mızmızlanmak yerine onu sonuna kadar kullanmaktı. Konferansın kendisini eleştirme hakkın yine sonuna kadar saklı kalarak tabii.
“TÜSAK mı? Devlet sanat kurumlarını kapatmak mı? Hayır efendim bunu kabul etmiyoruz. Kurumların çalışanları olarak, bu yapıların bazı problemleri olduğunun farkındayız ve bu problemler şunlar şunlardır. Bu problemlerin çözülmesine yönelik şöyle şöyle düzenlemeler yapıldıktan sonra varolan kurumları kapatmanıza gerek olmayacaktır ve kapatarak sorunlardan kurtulma yönteminin de hiçbir meşru temeli kalmayacaktır. Bunun yanında kültür sanat alanındaki etkinlikleri, girişimleri, kurumsallaşmamış sanat dallarını, genç sanatçıları desteklemek üzere yeni bir mekanizma oluşturmak istiyorsanız bunun içeriği, kapsamı ve yöntemi hakkında şöyle şöyle önerilerimiz var, ya da olacaktır şu zamana kadar. Sanatçı birlik ve örgütlerinden görüşleri alınmadan yapılacak hiçbir düzenlemenin ve hatta taslağın kamuoyu nezdinde geçerliliği yoktur ve asla olmayacaktır.” Ne kadar basit değil mi kurduğum şu cümleler. Benzer şeyler başka mecralarda, farklı kişilerce söylenmedi demiyorum ama peki neden o gün bu somut tavrın yakınından bile geçilmedi? Dost meclisinde dert yanar gibi söylenmenin, kahvehane siyaseti yaparak ona buna laf etmenin adı ne zamandır muhalefet? Ya da artık ne zaman “muhalefet” bu olmaktan çıkacak?
Her biri sahne şovuna dönüşen uzun ve boş konuşmalarla o günü harcadığınız için sizleri affetmeyeceğim sevgili sanatçı büyüklerim. Bilgiye değer vermediğiniz, birbirinizi dinlemediğiniz, ortaya hiçbir somut öneri koymayıp, önerisi olanları aşağıladığınız için de. Orada sizin adınıza değil de, bilginiz ve tavrınız karşısında başını önüne eğip, “Ne söyleseniz haklısınız, bunları hiç düşünemedik,” diyecek devlet görevlisi adına utanmam gerekmez miydi?
Evet kaygılıyım! Ancak umudumu yitirmiyorum. Egonuzdan sıyrılıp, sanatçının haklarına sahip çıkacak, benim kültür ve sanata, bunun çeşitliliğine erişim hakkımı savunabilecek temsilcilerinizi seçmenizi bekliyorum. Orada bir yerlerde, aranızda mutlaka bunu yapabilecek kişiler olduğunu biliyorum.
Sağlıcakla,
İlkay Bilgiç
İstanbul Bilgi Üniversitei Kültür Yönetimi Master Öğrencisi